13 Eylül 2019 Cuma

Ruhumuzun Bahçesi


Bir ağacın altında oturmuş yanımda atlar koşarken, karşımda mezarlık manzarası vardı..
Ölüm ilişti aklıma ama başka bir şeyi anımsattı, ruhumu parlattı mezarlıktaki eskimiş taşlar.. Tek başına kendi bahçelerinde yatıyordu orada insanlar.. Sadece ölünce mi başbaşa kalınabiliyordu kendinle? Başka bir yolu olamaz mıydı? Sonra düşündüm ki...

Bazen gidip  bir yerlere oturmalıyız.. Ama öyle, bir başımıza, kendimizin kolundan tutup götüreceğimiz bir yer olmalı. Manzaramızı kendimiz çizmeliyiz keyif renkli fırçalarımızla. -Manzaranın bize hissettirdiği şey ne olsaydı ne olsaydı mesela.. Böyle baktıkça içini mi açsa yoksa baktıkça açılan ruhun mu olsa?-

En az ziyaret ettiğiniz yer olsa ama en çok da huzurunuz size orada sarılsa. Gitmesi kolay olsa ama yol da bitmesin istesek, öyle heyecanlandırsa. Yolun sonunda gök kuşağından bir tünel olsa, tünelin sonunda kavuştuğumuz manzara; ruhumuzun bahçesi.. Nereye baksan ve ne açmasını istiyorsan o açıyor bakıverdiğin yerde, hemen beliriyor.. Şuraya bir ağaç ekleyelim hemen, kökleri derince toprağa sarılmış, yaprakları gökyüzünü kucaklamaya uzanmış, dalları başını okşasa.. Ağacın gölgesinde serinletecek bir nehir  mesela hoop oluverdi, nehirin de artık ruh bahçende.. Biraz da yaban otu koymak istemez misiniz? Olsun, olsundu o da. O da bir bitkiydi ve güzelliklerin güzel olduğunu hatırlamak istedikçe o tarafa da bakarsın yeri geldikçe. Hmmm acıkırız da biz ne yapsak ki acaba?  Hoop yerlerde minik çilekler, belki biraz böğürtlen. Ama ruhunun böğürtlenleri ya neden olmasın ki; onları ağzına attığında çikolata çıksın içinden, için için yüzün gülsün onları yerken..

Biraz da hareket lazım, güzel bir salıncak ekleyelim hooop oldu işte. Salıncak iki kişilik. " E iyi ama tekim!" demeyeceksin, en mühim misafirini ağırlıyor ruhunun bahçesi, seni, kendini.. Saat gecenin tam üçü olsun mesela ve güneş gözüne ağaç yapraklarının arasından bir dokunsun bir çekilsin.. Gecenin üçünde ne güneşi deme; ruhunun bahçesi bu ya, istediğin her şey orada oluşuveriyordu.. Hadi rüzgar da koyalım hafif hafif üfleyen.. Adı da toz-alan rüzgarı olsun, üfledikçe serinleten ama üşütmeyen, ılık ılık sarılan. Hem tozu kalkar ruhunun fena mı, güneş ısıtır rüzgar renklerini üfler yüzüne. Rüzgarın rengi mi olur deme, olur orda, iste ve izle/yaşa sadece..

Hmmm.. Ses, müzik de lazım tabii şimdi. Ağacın yaprakları gitar teli olsun, nasılsa istediğin her şey senin için burada seninle. Ama öyle klasik falan değil, bangır bangır ruhuna içine senin en kendine seslenebilecek bir elektro gitar olsun. Akan nehrin içerisindeki taşlar da piyano tuşlarıymış, suyun sesi diye duyduğun şey buymuş... Ahh otlar! Hani şu arada kafanı çevirip bakacağın otlar da, bateristi olsun orkestranın.. "Tıppppsss!" diye zile bassın ruhunu o yana çevirsin. İçinin orkestrası artık eşlik etmeye hazır seninle, hatta melodisi bir daha unutamayacağın, hep dinlemek isteyeceğin bir şey olsun.

Şimdi dışı böğürtlen içi çikolatalarını da al yanına, otur salıncağa.. Ruhunu da al yanına, dizinin dibine değil de diz dize oturun onunla da.. "Ne güzelmiş senin bahçen, seni arada ziyarete geliyorum kusura bakmıyorsun değil mi?" de.. Bizim buraları anlatmana gerek yok, onu dinle. Susmayı unutmamak için böğürtlenlerini yemeye başla, sessizleş ki melodi eşliğinde ruhunu dinleyebil.. Bakalım neler anlatacak sana. "Bahçende yerler çamur bak buralara taş döşe ki üstün başın kirlenmesin. Geçen gün şu olaya çok üzdün kendini, öyle ki; fırtınalar koptu bahçemde seni çağıramadım bile, bir daha yapma toparlaması epeyce zor oldu. Bu bahçe neyse de başkalarının bahçelerine de fırtına götürme. Bizim bu bahçemizi düşün sinirlendiğinde, böğürtlenlerini ye, keyiflen, buradaki melodiyi anımsa.." diyecek belki; seni daha da güzelleştirmek için uğraşacak. Bazen gereksiz şeyler yapıp beni üzüyorsun da diyebilir. Eleştiriye açık ol çünkü eleştirinin en naifini sana kendi ruhun yapacaktır, incitmeden en incinen olarak. Onun sana söylediği her şeyi dikkatle dinle. Bu (ruhunu dinleyebilmek) her zaman her yerde seni diğerlerinden farklı yapacak. Seni ileriye taşıyacak tek şey bu çünkü. Hele ki ruhunun eleştirisiyse kulağına küpe değil onu kulak yap kendine ! Sonra ruhunu öp, ona sarıl, onu çok sevdiğini iyi ki hep orada olduğunu ve bu durumun seni rahatlattığını söyle. Çok üzmek istemem seni eğer üzersem beni bu bahçeye çağır, hem birlikte rahatlayalım hem de bahçeyi toplamak iyi gelir bana da de... Tıpppssssss diye bir sesle irkil, çünkü doğru her şeyde otlar kendini hatırlatıp teşekkür edecekler. Ahh bir de! Sen de ruhuna telkinlerde bulun.. Endişelenmemesini, buraya geldikçe aldığın küpeli kulaklarını çok sevdiğini söyle. Naif ruhlar kendini incitmekten bile çekinirler, ona alan sağla ki o açılabilsin, o açıldıkça sana sen gelişebilesin..

Biliyorum hiç gitmek istemiyorsun ama yine gelirsin ki kendine.. Ruhuna sarıl, cebine bir kaç böğürtlen de yolluk olarak yuvarla.. Renkli tüneline gerisin geri giderek, karanlıklaşan tünelin içinden evine doğru yola koyul.

Yol da güzel diye düşün ama en çok yine geri gelebilecek olmam güzel de. İçin hafiflemiş, yüzünde hafif çikolatalı böğürtlen gülümsemenle en sevdiğin bahçenden diğer sevdiğin insanların yanına doğru git.. Onların da bahçeleri var de, acaba en son ne zaman gittiler? Onların bahçelerinde neler var bilmiyorsun ama bir gün bahçesine konuk olup otlarını ağaçlarını göreceğin de olacak. Şimdilik bu bahçenin bilinmezliği heyecanlandırsın seni. Kim bilir belki ileride birbirinizin bahçesine gidersiniz, otlardan bazılarını temizlersiniz belki bir şeylerin yeri değişir, yeni şeyler de öğrenirsin. Bir yere gitmek istediğinde tek tünel 2 bahçeye çıkar belki de bir gün, kim bilir..

Bir ağacın altında oturmuş yanımda atlar koşarken, karşımdaki mezarlık manzarası bunları düşündürttü bana.. Mezar taşlarından biri ruh bahçemde birşeyi kıpırdatmış olmalı ki; beni alıp kendi bahçeme götürdü. İhtiyacım belki yoktu ama ne iyi geldi ! Suyun sesi, otların tıpppsss diye seni onaylaması, gece üçde de güneş açabildiği, ağacın hışırtısı gök kuşağı renkli rüzgarla dansın çıkardığı muhteşem sesin neden seni bu kadar rahatlattığını tekrar hatırladın.

Ruhunuz; içinizdeki en küçük, evrendeki en büyük şey ve ona giden tünele girmeyi unutmamayı, beyninizdeki her kıvrıma çiçek gibi takın.. Süsü olsun beyninizin baktıkça içiniz açılsın..

O bahçeyi ziyarette arayı da çok açmayın..

Betonların arasında böyle arada ziyaret edeceğiniz bahçenizin de olması güzeldir ki; betonların içinde bu yazı yazılmıştır, gecenin tam üçünde.. Betonları da sevin bu yüzden renk getirme şeklim bu benim dünyama diyin..

Arada ruhun da seni ziyarete gelecektir. hem de ansızın, hızlı, belli belirsiz bir an böyle gelip gidecektir, şehir karmaşası ona göre olmadığı için.. Onu ve söylediklerini dinlemeye anlamaya çalışın. Bir kulağınız içinizdeki fısıltılarda olsun hep, her cevap aradığınızda usulca fısıldıyor o, siz dinleyin, duyun... Altıncı his işte diyerek üzerinden öylece çim ezer gibi ezip geçmeyin.. İçinizdeki sese kulak kabartın.."Bu iyi" diyorsa "bu"ya devam edin.

Kim bilir bu yazıyı yazdırmıştır belki de; bahçesinden beni buraya ziyarete gelen ruhum mürekkebiyle.. Sizin de ruhlarınız buraya uğramak istemiştir belki de..

20 Aralık 2017 Çarşamba

Babil'in Asma Bahçesi

Babil'in asma bahçelerini duymuşsunuzdur mutlaka. Milattan önce çok eski yıllarda Babil Kralı Nabukadnezar'ın yaptırdığı bahçelerdir. Babil'in çorak Mezepotamya çölünün ortasında ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir. Rivayete göre bunu Kraliçesini sevindirmek için yapmıştı.

Amytis Medas Kralının kızıydı Semiramis ve iki ülkenin müttefik olması amacıyla Nebuchadnezzar ile evlendirilmişti. Onun geldiği ülke yeşil,engebeli ve dağlıktı. Mezepotamyanın bu dümdüz ve sıcak ortamı onu depresyona itmişti. Kral karısının sıla hasretini gidermek için onun memleketinin bir benzerini yapmaya karar verdi.

Kral çok bereketli bir ülkeden gelen eşi Semiramis'in memleket özlemi çekmesini önlemek için ona böyle bir armağan sunmuştu. Semiramis yoruldukça, bunaldıkça bahçesini izliyor, kendini sık sık değerlendiriyordu. Bahçede değişen bitkiler gibi kendisinde de değişen izleri keşfediyordu.

Milattan önceki zamanlardan bahsediyoruz. Öyle savaş falan olan ortamdayken bile yine de yanındaki kadını mutlu etmeye çalışan yüce ruhlardan bahsediyoruz.

Semiramis'in dünyasına ışık getirmek için çabalayan bir güneş gibi adeta..

Var öyle insanlar az da olsalar.. Bu insanlar güneş gibidir.. Etrafına ışık saçar, en karanlıkta bile ışıl ışıl ışıldar.. O büyük avizeler bile tüm ihtişamını yitirir, görünmez olur odaya güneş girdiğinde...

Bazı insanlar da karanlıkta yaşar, öyle sever... Güneş güzel gelir ama en derinindeki o karanlıklardan beslenir "karanlık insanları".. Güneşin parıldaması rahatsız eder o içlerindeki karanlığı imparatorluğunu, tehdit olarak algılar..

Bazıları sevgi doludur.. Hiç bir şey mutsuz etmez diye birşey yok, insandır sonuçta, mutsuz olur ama mutsuzluğunda da kendine olan sevgisine sığınır... Sevgiden beslenir çünkü.. Sevgidir onun ham maddesi, hiç bir şey karartamaz o sevgiyi..

Bazı insanlar da mutsuzlukla beslenir.. En mutlu oldukları anlarda bile mutsuz oldukları anlara sığınırlar, o an'a döndürürler içlerini. "Beş dakika önce ne kadar da mutsuzmuşum!" derler içlerinden; kendi mutsuzluklarına dönerler.. Bunlara da birşey yapılamaz, mutsuzluğa aittirler. Kopacak gibi olsalar mutsuzluktan, birazcık neşelenseler hemen içleri huzursuz olur..

Bazıları yalnızlığı sevmezler; tıpkı bazılarının yalnızlıklarından beslenmesi gibi.. Yalnızlıktan beslenenler genelde duygusal insanlar olur hep içlerine dönerler, birşeyler üretirler.. Yalnızlıkları onlara doğurganlığı hediye etmiştir belki de bunu keşfettikleri için üreme aşkıyla yalnızlıklarına sarılırlar. Yalnızlığı sevmeyenler ise daha maddeci insanlar olmuştur. Arkadaşları olsun etrafında, kafaları hep birşeylerle meşgul kalsın ve hiç kendi başına kalmasın isterler. İçlerine dönmek ürkütür, üretmek sancılı doğumdur onlar için ve o sancıyı çekmek istemezler..


Bitkiler gibi insanlar da.. Binlerce çeşit türe sahip. Hepsinin kokusu başka, dokusu başka, hayalleri başka, beslendiği vitaminler başka.. Kardelen kışın ortasında güneşe uzanmak ister mesela, o soğuğun sancısına rağmen göğe uzatır kollarını, doğrulur güneşe doğru.. Bazısı yabani otlar gibidirler en güzel çiçeklerin dibinde hayata tutunurlar yanındakinin güzelliğini daha da vurgulayan ambiyansın figüranlarıdır.. Bazısı da amazon ormanlarındaki gibi nemlidir sürekli, gözleri dolu dolu olur, göğü üstüne şakırtır gürül gürül yağdırır.. Sudan, gözyaşlarından beslenir.. Bazısı çöl bitkisidir, azıcık sevgi ve suyla beslenir en sağlam kaktüs olur.. Her türlü kötü şartlarda ayakta kalmaya hazır haliyle tamamlamıştır evrimini.. Bazısı çok narindir; puff desen döküverir pamuktan yapraklarını ama tomurcuklarını etrafa saçmaktan mutludur, böyle büyür, gelişir, ürer..

Hepimiz birer doğa olayıyız aslında.. Toprağın bir parçası, aynı gökyüzünün altında kendi türüne göre yaşayanlarız.. Sanırım bu yüzden türlerimiz çok fazla çeşitli ve karışık. Kokularımız farklı, damarlarımız farklı, yapraklarımız yapılarımız farklı.. Ama mesela baktığımız gökyüzü aynıdır, beslendiğimiz büyüdüğümüz yetiştiğimiz topraktır.. Hepsinden biraz birşeyler alırız, lazım olanları üstümüzde taşır lazım olmayanları doğaya bırakırız. En tuhafı da benzerlerimizle bir arada bulunmayız kolay kolay.. Çeşitliliğimizle besleniriz büyüdükçe, manzaralarımızı böyle güzelleştirmeye çalışırız.. Kimi yokuş bitkisi taşların arasından çıkar, kimi yosun bitkisi sudan karanlıktan alır enerjisini büyür kimi de düz ovada rengarenk açan güllerdir..

Tanrı ise bizim bahçevanımız.. Onun bahçesinde hepimiz tek başımıza birer nadide ürünleriyiz. O budar bizi kimi zaman, bazılarımızı bırakır kendi haline kaktüs kaktüs otururlar kenarda..

Nereden geldim buralara bilmiyorum ama çok çeşitliyiz işte.. Kırmadan, yorulmadan hep beraber aynı göğe uzanıp aynı köklere derinleşiriz. Kimse kimseyi bahçevan yüzünden suçlayamaz, yargılayamaz.. Kabulleniştir bu da, ki en büyük erdemdir.. Rüzgarın esmesiyle aklımıza düşüverir aniden sonra geçince rüzgar, herkes kendi rutinine geri döner..

Ben hangisiyim acaba? Ya da siz hangisisiniz? Ya da nasıl bir buketsiniz, hangi bitkileri alıp sarıp yuvarlamışız benliğimizde de göğe toprağa uzanarak kavgasızca yaşamaya devam ediyoruz?


Bilmiyorum bunları, bir gün boş bir odaya girip karşıma bir ayna alıp yapraklarımı incelemem lazım.. "Bahçevan bu ara hangi dallarımı budamış, nasıl bitki evrimindeyim?" incelemek, bazen neye dönüştüğümüzü izlemek anlamak gerek.. Zaten herşeyden önce kendi hammaddemizi, beslendiğimiz şeyleri, ruhumuzda değişenleri ve değişmeyenleri kavramamız gerekmez mi?!

Ya da Semiramis kadar şanslı olmak gerekir, Babil'in bahçelerini sırf siz özlemini duymayın diye ayağınıza gelmeli.. İç huzurunuzla o doğa harikalarını izlerken kendi yapraklarınızı incelemek gerekir, boş bir odada aynaya karşı bakmak yerine..


x,
g,




16 Ekim 2017 Pazartesi

Büyürken Unuttuklarımız; Bizim Güzel Hatalarımız

   Bir ara piyano çalmaktan sıkılıp, notaların başka müzik aletlerinde çıkardıkları melodileri merak etmiştim. Tüm müzik aletlerini çalmayı öğrenemeyeceğim için bilgisayarıma bir program indirip, farklı müzik aletlerinden aynı besteyi dinlemek istemiştim.. Notaları programın içerisine giriyorsunuz ve çalmasını istediğiniz müzik aletini seçiyorsunuz. Sonraki adımda size müziği çalmadan önce 'Humanize' diye bir ayarlama yapmanızı istiyor. (Bilgisayarlarda müzik yapılan programların 'Humanize' diye bir seçeneği vardır ve humanize 'insanlaştır' demektir.) Bilgisayarda mükemmel çaldığınız müziği insanlaştır butonu yardımıyla biraz bozuyorsunuz. Hata oranı girmenizi istiyor ve hatayı ne kadar  yüksek girerseniz çalan müzik o kadar canlı gerçek enstrüman sesine yaklaşıyor..



Demek insan mükemmel ya da kusursuz değil ve demek bunu bilgisayarlarımız bile biliyor!

E o zaman boşuna "insanız" diye endişelenmişiz ya da sadece "insan" olduğu için karşımızdakine kin, öfke duymuşuz ufacık ya da büyük bir hatasında.

Dr. Seuss çocuk kitabında denk gelmiştim, diyordu ki; "Kafanın içinde beynin var, ayakkabının içinde ayakların, kendini istediğin yöne doğru götürebilirsin.. Ne biliyorsan onu biliyorsun, tek başınasın ve nereye gideceğine karar verecek olan da SEN'sin!"


Sonraları noluyo da hepsini unutuyoruz hayret verici, halbuki çocuk kitaplarında bilmemiz gereken her şey var.. 

Büyüdükçe ne oluyor da bu kadar değişebiliyoruz.. Düşünsenize 1 yaşındasınız ve yeni yeni yürümeye başlıyorsunuz. Kim bilir kaç kez yere düştünüz ve kalkıp tekrar denediniz. Bugün hepimiz koşabiliyorsak, yanıldıklarımızı ders olarak alıp, ayaklarımızı nasıl sağlam basacağımızı düşerek öğrendik.
Hımm demek ki böyle basınca olmuyormuş'u cebimize aldık, bir de diğerini denedik. O da mı olmadı, o zaman bunu ve ilkini yapmamalıyım'ı cebimize koyduk. Ceplerimizi 'Hata'larla doldurduk ve en sonunda hepsini birleştirip Doğru'ya ulaştık.. Evet sonunda başardık ! Ve mutlaka başarırız zaten o kadar "neler yapılmaması gerektiğini" öğrenmiştik ki, tüm hatalarımız bizi doğruya bir adım yaklaştırmıştı. 


İnsanız, hata yapmak zorundayız, bu bizim doğruya ulaşma şeklimiz..
Dünya'nın nasıl ki döndüğü bir yörüngesi varsa, doğanın nasıl ki bir mevsim döngüsü varsa, insan döngüsü / yörüngesi de bu şekilde çalışıyor. "Hata"larımızın olduğunu bilgisayarlar bile biliyor, müziğin sesini daha gerçekçi çıkartıyor.. Artık rahatlayabiliriz, bir ohh diyebilir, hatalarımıza sefkatle sarılabiliriz. 

Hepimizin güzel hataları var.  E çocuk kitaplarında da çocukken öğrendiklerimiz var.. Büyüdük, endişelendik, her hatada bir sonrakini denemek yerine, oturup düşünmeye başladık.. Hatta bir de hatayı neden yaptığımızı sorgular olduk..  Doğruya bir kala, belki de hatalarımızı düşünmekten harekete geçmeye ve doğrularımıza geciktik. Büyüdüğümüzde sadece bunlar da olmadı.. Bildiğimiz herşeyi unuttuk sanki.. 


Hayatımızı başkaları yönlendiriyor, ayaklarımız değil. Kararları kendi beynimiz vermiyor.
Kendi seçtiğimiz yönlere gidemez oluyoruz. İşin kötüsü, zamanla neyi seçtiğimizi de unutuyoruz.
Duygularımızla bağımız kopuyor.
Sonra gelsin ‘vallahi de billahi de yapabilirsin’ diyen kişisel gelişim kitapları, seminerleri...
’Peki senin istediğin ne’ sorusuna sessizlikle cevap veriyoruz. Hata yapma korkusu karabasan gibi duygularımızın sesini kıstı, üstüne oturdu bir güzel kalkmadı da.. 

‘It’s ok to make mistakes’ (Hata yapmaktan korkma) diye bir kitap var. Oraya buraya bir şeyler dökmenin, takılıp düşmenin, iki çorabını farklı giyip sokağa çıkmanın, yanlış yola sapmanın gayet doğal olduğunu hatırlatan. Hepsinden öğreneceğin çok şey olduğunu, hata yaptığına sevinmen gerektiğini anlatan. 



Allah aşkına söyle, hata yapmadan nasıl öğreneceksin?
Nasıl gelişip, daha iyi bir sen olmaya başlayacaksın?
Başkalarından kulak dolgunluğu hatalar dinleyerek mi? Ona güvenemezsin! Onlar hiç ‘Sen’ olmamış insanların başlarından geçenler. Senin hissettiklerini, hayallerini bilmeyenlerin yol yordamları.. Senin yolun başka, yürüme hızın başka, cebindekiler başka.. 

Hatayı çatır çatır yapacaksın hatta hatanı seveceksin ki senin tünellerine ışık olacak, yolunu aydınlatacak. 


Biz, güya büyükler, bunu biliyor muyuz? 
Yoksa hayatımızda en korktuğumuz şey mi hata yapmak?

Pedagoloji okurken en çok dikkatimi çeken bir konu olmuştu; büyüklere "Duygularını söylemeyi çocuklarınıza öğretin." diyordu.. 
Düştü mü? Canın acıdı deyin. 
Kapı çarptı, ödü mü koptu? Korktun deyin.
Oyununu bölüp, kızdırdın mı? Bana öfkelendin deyin.
Dedesini gördü, ellerini mi çırpıyor? Dedeni gördüğüne çok sevindin deyin!
Sonra durumu anlatın. İlk ama ilk önce duyguyla dilini birleştirin, kendi duygusunu kendi kulağı duysun.


Bu neden bu kadar önemli, çünkü biz duygularımızı yutuyoruz.
Söyleyip, dışarı atacağımıza yuttuğumuz bu gaz yapan şey, karnımıza ağrılar sokuyor sonra.
Göz yaşları içinde, dilimiz düğümlenerek, uykusuz kalarak...
Bir türlü söyleyemiyoruz. Ayıp olur.
Karşımdakini kırar.
Beni, günün tabiriyle, ezik gösterir.
Halbuki, bizim çocuğumuzla kurduğumuz bu duygu seslendirmeye dayalı ilişki, bizi ömür boyu yutkunmaktan kurtarır.

Gelin biz de hep birlikte çocukluğa, hatta bebekliğe dönelim.
Kendimizi karşımıza oturtalım, bir sakin ol herşey olması gerektiği gibi diyelim, içimizdeki çocuğu sakinleştirelim duygu iletişimini açıklayalım. Korktun hata bu ama demek ki doğruya yaklaştın diyelim.
Her şeyi baştan öğrenelim. Geç değil.


Kendi beynimiz olduğunu, kendi ayaklarımız olduğunu, bu ikisini kullanarak sadece kendi seçtiğimiz yoldan gitmemiz gerektiğini hatırlayalım.
Hata yapmaktan korkmadan, dan dun yaşayalım. Bilgisayardan bile hatalı melodiler daha gerçeğe yakın çıkıyor unutmayalım.. 


Yaşarken de bize dokunan tüm dikenlere ‘AH’, bizi okşayan tüm yumuşak tüylere de ‘OH’ diyelim utanmadan.. Bırakalım ruhumuz gökyüzünde yağmuru da görsün güneşi de, yağmur sonrası açan gökkuşağını da.. O'nu kendi döngüsünden mahrum bırakmayalım..

Duygularımızı hatalarımızla konuşturalım, barıştıralım.. Birlikte elele tutuşup yeni hataya, bir sonrakine ve en sonunda Doğru'ya birlikte koşsunlar, birbirlerini durdurmasınlar.. Ne içimizi şişirsinler, ne yutkunmamızı engellesinler, hep beraber birbirini kabullenerek, hatalarımıza sarılarak bize verdiklerine şükrederek yaşayalım.. Nesillere bunu öğreterek insan döngüsünün normalde böyle olması gerektiği anlatalım.. 



O zaman her şey daha güzel olacak, daha rahat olacak..
Unuttukça bunu en başta kendimize hatırlatalım.

İnsanın kendine yolculuğu bir ömür. Kendisiyle tanışması, unuttukları, hatırladıkları ve hatırlayamadıkları bitmiyor. İçimizde kablolar, çek çek gelmiyor. Kimi çocukluğa, kimi anneye babaya, kimi yaralara dolanıyor...


Piri Reis gibi, haritamızı çıkarıp girinti çıkıntılarımızı bilsek, bizi biz yapan yoldaki karanlıkları gördükçe ışıklarımız olduğunu bilsek, kendi yörüngemizi kendimiz mutlaka bulacağız diye emin olsak daha güzel limanlara gitmez miydik?


x,
g,



2 Kasım 2016 Çarşamba

Zifiri Karanlıkta El Yordamıyla Yaşayanlara..

'Şu dünyanın en zifiri karanlığını affedemeyenlerde ve kinle birlikte yaşayanlarda gördüm.' diyordu bir kitapta.. Affedemeyenler kelimesini değiştiriyorum, affetmeyenler olacaktı o. Çünkü bize bilim gösteriyor ki; trilyonlarca nöron trafiği var beynimizde. Bu nöronlar birbirleriyle fısıldaşıyor ve bu demek oluyor ki; oturduğumuz yerde, enerji bile harcamadan, hiç canımız yanmadan birini oracıkta hemen affedeverebiliriz. Bunu başarabilirsek aslında kendimizi azat ediyoruz, kurban rolünden çıkmış oluyoruz. Maleesef ki, özellikle Türk insanı kendini acındırmayı sevdiği için bu biraz zaman alıyor hatta bazen mümkün olmadan ölebiliyor bile.



 Nasıl ki birini affetmeyen biz, onu affedebilen de bizden başkası değil. Korkutucu gelen yanı belki de sadece bir karar vermek zorunda kalmak. En başta böylesine karanlık bir duyguyu kendinde taşıdığın için kendini affetmek..

  Diğer korkutucu gelen yanı ise insanın kendisiyle başbaşalığı ama işte baş başa.. Tüm dünyayı kendi nöronlarıyla görmesi ve hatta yönetebiliyor olması ürkünç geliyor bana da. Kabul ediyorum. Ama işte kendinden ibaret bir alem bu dünya.. Ama işte herkes sen, sen de herkes.. Affetmediğini de kendinden biliyorsun, herkesi kendinden tanıdığın gibi tıpkı.. Affetmek zor, herkes yapamaz ama ya yapabilseydin? Belki de kurtuluşuydu ruhunun karanlıktan ama kim söyleyebilir ki karanlıktan çıkmak istediğini? Senin yarattığın dünya belki de siyahların at koşturduğu bir dünyaydı.. Hayatta "sefilleri" oynayarak mutluysan, affetmeyerek kibirini besliyorsan ve hiç kulaç atmadan hayatın devam edebiliyorsa.. Ya senin için en kolayı buysa? Kendin için üzülmek durumunda olmak, seni birçok sorumluluktan muaf tutuyor ve sen de bu duruma sarılmış mutlu zannediyorsan? Hikayeni kendine göre yazıp bu masallarla etrafını ve kendini uyutuyorsan? Peki ya affetmediklerin için varsan? Ya affetmek; kendini sevmekse ve sen bunu ruhunun ucundan bile geçirmediysen?



 Düşünsenize tüm dünyadaki herşeyi etkileyebilen bir hudutsuz güç var içimizde. En çok da başkaları değil bizzat kendi kendimizi sınırlandırıyoruz affederek ya da affetmeyerek. Kendimizi sınırlayınca bazı çizgilerin arasına, sonsuzluğun ışığından kendi kendimizi yoksun bırakıyoruz. En başlarda affetmediğim insanları belki zamanla nöronlarım haklı konuşmaları yaparak affetmemi sağlıyor, çünkü biliyorum ki; ancak bu şekilde kendi sınırlarımı genişletebilir, sonsuzluğa, erdeme ve büyümeye böyle minik adımlarla gidebilirim.. Benim nöronlarım böyle çalışıyor.. Bu benim işte, bendeki herkes, herkesteki ben böyle..



Siz de yoklayın şu sıralar nöronlarınızı hazır sağlıklıyken, kullanabiliyorken.. En başta kendinizi sevin hem de çok sevin ve sonra kendinizi affedin bu zifiri karanlığa mahkum ettiğiniz için, sonsuz erdemin kucağındaki şımartan mutluluklardan mahrum ettiğiniz için. Yapın ki; aydınlık ufak ufak girsin pencerenizden, her gece tavana bakıp nefretle kibirinizi harmanladığınız yüzler sonraki gecelerde rüyalarınızda huzur versin. Kalbiniz her atışında o yüzleri anımsarken karanlıkta boşluğa basıyormuşcasına tedirgin ruh halinden arısın, önündeki güzelliklerin keyfine varsın, görebilsin hatta hissetsin..



Dünya; kendi tualinizdeki figürlerden ibarettir. Onları oraya çizen de siz, boyayan da siz.. Karanlık renklerden arının, rengarenk fırçalarınızla içinizi ferahlatan cennetinizi ve ruhunuzu boyayın.. Sonra oturup tablonuza keyifle bakın. Ben buyum işte! diyin. Güzel şeylere, kalbinize, kendinize iyi güzel bakın..




x,
g,

26 Eylül 2016 Pazartesi

Biz Kendimizi Kullanalım Leonardo da Vinci !

Baylar bayanlar ve en çok da sevgili çocuklar! İşte karşınızda botanist, mimar, anatomist, yazar, ressam, şehir planlamacısı, şef, mizahçı, at binicisi, coğrafyacı, kaşif, sahne ve kostüm tasarımcısı, jeolog, matematikçi, filozof, fizikçi ve müzisyen... Gülşah dlr!

Değil tabii ama en mükemmel 'keşke'm benim..

Bir gün "Keşke ben de öyle olsaydım.." adamlarımı merak ettiğim günlerden birinde bir kitapçı rafında karşılaştığım "Da Vinci Gibi Düşünmek" kitabıyla göz kırpıştık.. O an hızlıca kasaya gittiğimi hatırlıyorum ve eve bile gitmeyi bekleyemeden bir kahve dükkanında kitaba yumulmaya başlamıştım..

Kitaba daha başlamadan ilk düşündüğüm şey bu kitap bitince içimdeki Vinci harekete geçirebilecek miydim?! Bir an önce vinci kullanmayı öğrenmeli, pratiği yapamasam da sadece bunu okuyarak beynime bir endam gelir ne giyse yakışırdı.. Bu endamımla da tüm vinçleri hareket ettirip hayatımın kahramanlarından olan Leonardo'ya bir adım daha yaklaşırdım belki de..



Kitapta aslında kişinin kendi özelliklerini çok küçümsediğini söylüyor Da Vinci ise bunu yaşamıyla ispat ediyordu. Belki de bize bıraktığı en büyük mirası buydu ve anlamamıştık bile! Da Vinci'nin vincini dünyanın ölümsüzlüğüne taşıdığı 7 sırrı da bizimle paylaşıyor.. Da Vinci prensiplerinden bahsediyordu kitapta ve isimlerini telafuz edemesek bile hayatımıza uyarlayabilirdik;

Curiosita, Dimastrazione, Sensazione, Sfumato, Arte/Scienza, Corporalita, Connessione.

Acaba bunlar da neyin nesi tekerleme desen hiç benzemiyor, meyve isimleri desen hiç yemedik kesin latince bitki isimleridir vs vs diye düşünenler.. Curiosita'ya hoşgeldiniz! Özetle tek bir anlamı var merak, merak, merak... Bir bakıma günümüzün google'ını kurcalama dürtümüz.. Merak etmekle kalmayıp ne olduğunu bulmaya çalışmak, bıkmadan usanmadan en saçma şeyleri bile merak edip öğrenme dürtüsünün önüne geçememek.. Mesela ilk "tencere"ye kim "tencere" ismini koydu, masamdaki çiçek burdan bakınca mor gözüküyor ama benim gibi diğer insanlar da bunu mor görüyor mu?, evet onlar da "mor" diyor ama acaba benim gördüğüm renge mi görüyor? Da Vinci dedemiz uçan sinekten masadaki çiçeğe kadar hepsini farklı açılardan incelermiş, bir resimin 5 farklı açıdan çizmesi de bundan olsa gerek.. Belki kuşların neden iki kanadı olduğunu kendimize sormadan bir ömür geçirebiliriz. Peki ya "En çok ben ne zaman kendim gibi olurum? Hangi insanın yanında, nerelerde ne yaparken?" sorusunu sormadan ömür geçer mi? Gökyüzü yağmurluyken neden gri montunu giyer bilmesek de olur. Peki "Yapmayı en sevdiğim şeyden nasıl çok para kazanırım?"ı bilmesem olur mu? Curiosita kelimesinin anlamını unutabilirim peki "Hayatta en çok istediğim şey"i unutabilir miyim?



Dimostrazione:
Yanlışlarını sevme isteği.. Yaptığın her yanlışın seni tek doğruna götüren tren vagonları gibi görme şekli diyebiliriz :) Üstelik bunu eğlenceli yapabilirsin trenle seyahati kim sevmez ki?! Da Vinci demiyor ama yapıyor ki; öğrenilen herşey mutlaka test edilerek doğruluğu görülmeli.. Bir de diyor ki; Deneyim asla hata yapmaz! Öğrendiğimiz şeyleri yazsak bitmez ancak deneyerek öğrendiklerimizi yazmaya kalksak yirmi sayfa bile çıkmaz. Çünkü en büyük korkumuz hata yapma korkusu.. Leonardo'nun çizdiği uçaklar hiç uçmamış ama bunun korkusu onu 42 yaşında Latince öğrenmekten de alıkoymamış. Başkalarından duyduklarımız, internetten okuduklarımız, televizyondan öğrendiklerimiz hepsi başkalarının üzerimize diktiği kıyafetler.. Peki ya biz parmaklarımıza iğneyi batıra batıra kendimize ne diktik? İşte en çok yakışan kıyafet o, bize özgü! O halde soralım kendimize, "Hata yapmaktan korkmasaydım neyi daha değişik yapardım?"

Normalspor bir insan çoğu zaman "Bakar ama görmez, dokunur ama hissetmez, duyar ama dinlemez, yer ama tadını almaz, içine çeker ama koklamaz, kıpırdar ama hareket etmez, konuşur ama düşünmez"... Sensazione, duyularımızı fayansı parlatır gibi parlatmak demek. İyi ama hep buna mı dikkat edeceğiz nasıl olacak bu? Leonardo kendi vinci'ni en güzel kokuların, tatların, seslerin, şekillerin ve hislerin benziniyle çalıştırıyordu. Peki ya bizim vinci'miz neyle harekete geçecek? Ruhumuzun 5 gıdası vardır onu besleyen. Ne zaman karanlık kuytumuza geçmişsek bu 5 gıdadan bazılarını eksik almışız demektir. O zaman toprak kokulu yağmurlu bir günde boğaza karşı kahvemizi içerken ve Norah Jones kulağımızda mırıldanırken kendimize soralım.. Bugüne kadar gördüğüm en güzel şey ne? Duyduğum en tatlı ses? En lezzetli tat? En içten dokunuş? En güzel koku? Yani misler gibi yaşayın diyor başka türlü besleyemiyormuşuz Vinci..




Sfutamo da ne demek? Bilmem.. Bilmem şart mı ki? Sfutamo işte bu! Yani herşeyi her zaman bilemeyiz, bilemediğimiz şeyleri de kabullenecek esnekliğe sahip olunca; vincimiz daha güçlü kaldırabiliyor yükleri.. Bilinmeyene açık olmak.. Etrafımızda ne oluyor daha net görebilmemiz için bilemeyeceğimiz şeylerin varlığını da kabullenmemiz demek. Cevabını bulamadığımız şeylerin karşısında da keyif kahvesi içebiliyorsak şüphe içinde olmaya da dayanaklıyız demektir.

Leonardonun tablolarının tamamını bu yüzden anlayamıyoruz. Bilinmezliği kabullenmemiz gerektiğini de öğretiyor bize.. Hayal gücüne bırakmak için sisli çizilmiş ve bazen sislerin arasında kalmış gizemli bir vinci en güzel gökkuşağını taşıdığını hayal edebilelim diye bilinmezliği de koyuyor eserlerinde.. Ya da Mona Lisa'nın hangi ruh halinde olduğunu anlayabilmek mümkün olmuyor! Üzgünken bakıp üzülüyor diyor neşeliyken baktıgımızda da gülüyor diyoruz. Beynimiz resmin kalanını tamamlamıyor ancak algımızı tamamlıyor hayal gücümüz.. İfadeyi veren göz ve dudak kenarları bilerek gölgede bırakılmış, eseri yapmış gerisi hayal gücümüze kalmış.. Farkında olmadan eserini tamamlayan ana parça biz olmuşuz! Kitabı okumadan önce "kesin mi?" favori sorularımdandı. Bundan vazgeçmek ve bilinmeyenle barışmak kendimize tanıdığımız tolerans vincimizin gücü oluyor. Bilinmezlik taşıyan vinci olalım mı biz de? Yaşasın bilinmezlikle barışımız! Yaşasın kederle neşenin, özgürlükle bağımlılığın, kötüyle iyinin, değişikle aynının, ölümle yaşamın evliliği! Anlayamadığımız şeylerden de bir şekilde besleniyoruz yani.. Heralde..






Arte/Scienza:

Duygularla mantığın barış imzaladığı bir yer. Birbiriyle anlaşan kalp ve beyin. Bilimle sanatın örtüşmesi bir bakıma.. Mümkün olanla olmayanın kardeşliği.. En sevdiğim maddelerden. Sanattaki bilimi, bilimdeki sanatı anlayarak düşünmek. Leonardo insan vücudunu da çizdi, uçak da çizdi.Mesela bir at resmi çizeceğimiz zaman hayal gücümüzü çalıştırmalı ama mantığımıza uygun çizmeliyiz. Çizerken sanatsal açıdan bakmalı ama bilimsel olarak at anatomisine uygun çizmeliyiz.Prof. Roger Speery yıllar önce nobel ödüllü bir araştırmayla beynimizi ikiye bölmüştü. Sol taraf hayallerle harikalar diyarında gezerken sağ taraf ayaklarımızı yere bastırtmıştı. Sonraları böyle olmadığı insanların karar verirken duygu ve mantığın birlikte vals yaptığı konuşuldu. Leonardo da yaşamında vincini beyninin bütününü kullanarak hareket ettirmiş.. Her insan her türlü yeteneğe sahiptir. Sadece sayısal ya da sözelci olamaz. En büyük ispatı Leonardo da Vinci.. Analiz ettiğin şeyin içinde kendini tekrar eden bir kısım vardır ya bazen, bu da onun gibi.. Biraz vinci hareket ettirelim belki başka şeyler de gelir aklımıza kimbilir...






Corporalita, sağlam kafa sağlam vücutta olur yani. Beynimizin tamamını kullanabilmek için tüm vücudumuza da iyi bakmamız gerekir, fit olmamız gerekir. Leonardo bunca yeteneği yetmezmiş gibi çok da yakışıklıymış. Hep dik yürür, vejeteryanmış, atletik vücutlu ve dimdik yürürmüş. Yaş alırmış ama yaşlanmamak için egzersiz şart demiş. Bize de öğütlemiş: Neşeli ol, sadece acıktığında ye ama az ye, basit doğal ye ve iyice çiğne, hergün egzersiz yap.




Connessione'ye geçtik.. Yani herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu anlamaya.. Newyork'taki bir kelebeğin çırptığı kanat sahra çöllerindeki hava durumunu etkiler mi? Etkiler. Her şeyin her şeyle bağlantısı var da biz bunu unutuyoruz.. Al işte biri suya taş attı, kurbağa sıçradı. Kurbağa sıçrayınca yerdeki yılan onu farketti, yedi. Suya düşen taşın sesini duyan çocuk annesinin yanına gitti. Gitmeseydi onu da timsah yiyecekti. Suya düşen taş kumları kıpırdattı, küçük bir bulanıklık yarattı. Televizyondaki belgeseli izleyen adam bu görüntüden etkilendi. Kafasının bulanıklığını hatırlayarak gidip psikologu aradı. Psikolog tatildeydi ve işin en ilginci de taşı atan oydu: hahaha baya bir saçma oldu. Psikologun belgeselde ne işi var demeyin, Vincinizi hayal gücünüzle besleyin. Herkesin herkesle her zaman bir işi vardır, en azından algılarımızda bu esnekliği sağlayalım.




 Leonardo'nun vinci onun dahiliğini kaldırmış. Biz bir ağacın halkalarından yaşının anlaşılabileceğini bulamasak da , Mona Lisa'yı çizemesek de bunları kullanarak kendi hayatımızdaki engelleri çiçek bahçesi yapabiliriz. Çiçek bahçesi yapmayıp da ne yapacağız ki zaten?

Aklımdayken; Leonardo'nun defterinden yapılması gerekenler:

- Bulutların nasıl dağıldığını ve oluştuğunu bul, çiz.

- Bazı dalgaların diğerlerinden neden daha mavi gözüktüğünü bul.

PS: Bu iki sorunun cevabı için varsa etrafınızda küçük çocuklardan destek alabilirsiniz. Uçsuz bucaksız hayal diyarının en büyük sahipleri onlar ne de olsa ! 

Merakınız bol, yedi prensibiniz hep cebinizde olsun !

x,
g,






18 Eylül 2016 Pazar

İnsan Nasıl Parlayarak Yaşar?

   Bugüne kadar 12 yıllık blogger geçmişi, kapanmış 2 büyük blog ve yarım kalmış 1 blogumu takip edenler az buçuk Gülşah'ı tanıyorlar. Meşhur yarım bırakmalarım dışında esas blogger camiasına giriş amacımı tekrar hatırladım. Yarım bırakmamaya karar verdim ve yeniden klavyemin sihirli kalemiyle aranızdayım.. :)
 
  Bildiğiniz üzere 10 yıldan fazladır bloglarımda erdem ve bilgeliğe giden yolu arayan yazılarımı paylaşıyordum.



 "Nasıl yaşamalı" sorusunu irdelerken ortaya çıkan harika cevapları birlikte bulduğumuz da çok oldu, özellikle deneme yanılma yoluyla.. :)  "İnsan nasıl parlayarak yaşar?", "Mutluluk nasıl yaşayan insanları yakalar?", "Yaşadığıma değdi diyebilmek için neler yapmalı?" sorularının yanıtlarını hep birlikte yaşayarak ögrenirken adeta bir "pause" tuşuna basıp, pause olmuş durumları; hayallerle gerçeğin buluştuğu ufukta analiz ediyordum... Sonra klavyenin sihirli kalemiyle kalbimde yığılan bu sorulara; tüm yaşam gurularını kıskandıracak bir derinlik, bir o kadar da uslüp sadeliğiyle cevapları aramaya çalışıyordum. Maksat hepimizin zaten yaşadığı ortak olguları; öylesine bloga denk gelen birinin bile okuyarak, kendisine afiyetle yiyebileceği  bir pasta dilimi çıkarabilmesiydi.. Benim içimdeki mutluluk da bu..



  Geçenlerde balkonda otururken dalmış yoldan geçenleri izliyordum. Büyükannemin sesiyle irkildim..
 - Pişşt.. Neye üzülüyorsun böyle? Derdinle arana hendek aç!
 - Nasıl yani? dedim önce. Sonra içeri girdi büyükannem ve ardından düşündüm buldum ne demek istediğini.
Az öteye ittim derdimi. Benim değil başkasının olsaydı diye düşündüm. Uzaktan bakınca öyle korkunç da değilmiş dedim.. İşe yaradı hendek!



  Başka bir gün kahvemi yudumlarken üzerimdeki ağırlığı atmaya çalışıyordum, çok uzak değil yakın zamanlardı.. Pencereden dışarıyı izliyor kocaman dünya üzerinde koca bir şehir ve şehirde bir sürü ışıklar.  Yapay ışıklar yüzünden kendi parlaklıgını gösteremeyen yıldızlar el sallıyor ama hiç birimiz umursamıyorduk. Birden aklıma gelen cümleyle irkildim.. "Havalandırsana şu ruhunu" dedi.. "Bak tozlanmış."



   Tamam dedim bu defa sallandırdım ruhumu. 25. kattan aşağıya bir iki silkeledim.. Tozu gitti. Nefes aldı sanki.. Geçenlerde okuduğum bir kitapta bir cümle sarmıştı ruhumu ve camdan sallanırken bir o bırakmadı kendini aşağıya. Kitapta diyordu ki; "İnsan bir mucizeler dükkanı." Yeni lafım buydu, çok sevmiştim..
   O dükkandan istediği mucizeyi seçer insan o zaman dedim.

   Sonra yeni cümleler buldum mucizeler dükkanı kilitlerini açacak. "Korkmaktan korkma!" dedim mesela ve  "Her gün herşeye şükret" dedim. "Kendi hikayeni kendin yaz kimse senin senaryonu yazmasın. Hem ne kadar açarsan içine o kadar şey sığar" dedim. Unutma; hayatın bir kaldırma gücü var! Bunu da kendim kendime öğütledi..

Adeta bir modern zaman filozofu kesildim.. :) Ama bir blogger uyku halindeyken bile; içinde kelime büyücüsü ağaçları yetiştirebiliyorsun. Dışından sesli söylemesen, bir yerlere yazmasan bile yaşadığın gözlemlediğin herşeyde kendi içinden kendine sürekli bir kelime yüklemesi yapıyorsun.



  Uzaydan dünyamızın dertlerini teşhis etmek merhem reçetesi yazmak için gönderilmiştim sanki.. Ufakcık bir insanın ufacık bir alanını bile aydınlanmasına yetecek kadar parlak kelimelerle dikkatini çekebilmişsem heehh olmuştur bu iş diye bir taş oturur gönlümdeki yerine..

  Ukalalık olmasını istemem ama her yazar çizer boyarın içinde bir kısım ukalamsı mütevazilik canavarı yatar. Öyle mütevaziliklerden diyelim bu yazıya da..

  Tekrar içime sığmayan taşan cevapların, tarihte bir yerlerde not edilmesi şerefine!
   Hoşgeldim tekrar ben :)

x,

g,












29 Ağustos 2014 Cuma

Fısıltıları Tılsımlı Yapan Zamanlar...




Hayatta bazen neyin nasıl olduğunu bilmeden yaşarız. 
Hislerimiz bize yön veren tılsımlı bir fısıltıdır böyle zamanlarda.. 
Bir kuş içimizden " Uç! " der, uçarız.. Bizi koruyan bir el omzumuzda biter ve o an olduğumuz yerde kalırız.. 
Ya da ne olduğunu anlayamadığımız bir güç bize "Dön!" der ve döneriz..
Tılsımlı fısıltı dedim ya, sorgulamaz hemen yaparız. 



Ben çoğu "Ne yapacağımı bilemediğim zamanlar"da 12 yaşımda öğrendiğim şeyi yapıyorum. Kendime o 4 tılsımlı soruyu soruyorum. 
Cevaplarını bulduğum yer, kendimle buluştuğum nokta oluyor.. 
Bu 4 soru "Ne yapacağımı bilemediğim zamanlar"ı "En iyi bildiğim şeyi yapacağım"a çeviriyor. "Hepsini nasıl yapabilirim?"i tartışıyor beynim ve kalbim.. En sonunda bir şekilde bir yerde anlaşıyorlar :) 

İşte hayatıma rehber olan bu 4 önemli soru:
Ne iş yapıyorsun?
Bu soru çok önemli. Çünkü hayatını anlamlandırıyor. Senin varlığına bir amaç atıyor ve sen boşu boşuna bu hayata gelmediğini hissediyorsun. "Bir işe yarıyorum" diyorsun. O işle kendini, dünyaya anlatıyorsun. 
Ve eğer gerçekten sevdiğin işi yapıyorsan ay başında yatırılan maaşlar sana birer bonus oluyor..


Kimi seviyorsun?
Bir keresinde büyük annem bana hayattaki en önemli kararın kiminle evlendiğin olduğunu söylemişti. 
En önemli mi bilmiyorum ama çok önemli. 
Kimi sevdiğin karşına ayna olarak, soruna cevap olarak, yoluna yoldaş olarak kimi seçtiğin çok şeyi belirleyecek. Sevdiğin insan, aşık olduğun insan, sınırlarını çizecek günü geldiğinde ve sen, kendinden başka birinin de senin sınırlarını çizmesine müsaade ediyor olacaksın. 



Ne yapmayı seviyorsun?
Bu soruyu her gün sormalı insan. Bu bir ağaçtan, bisiklete binmeye kadar gidebilir.
Yeter ki bu soruya kendin yanıt ver. 
Başkalarından kopya çekmemen gereken tek soru bu. En kendini bulduğun cevaplar buradan gelecektir.



Ve zamanını nasıl geçiriyorsun?
Sevdiklerinle, sevdiği işi yaparken tüm bunlardan arta kalan vakitte, kendini donatabiliyor olman önemli.. 
Bir hobi edinmek, farklı ülkelerden insanlarla tanışmak, öğrenmek, daha önce dinlemediğin şarkıları dinlemek ve daha bir çok şey olabilir bu. 
Her şeye vakit bulabildiğin zaman, zamanını verimli geçirebiliyorsun demektir. 
En sevdiğim sözlerden biri, "Boş adamın boş vakti yoktur" bu sorunun bendeki cevabını veriyor. 


"Bir gün" size de elinizden kaçıp giden balon gibi gelmiyor mu? O rengarenk şey, gökyüzünde kaybolup gidiyor, akşam oluyor hemen. 
Onu durduramayız elbet ama doldurabiliriz! 
Boşa gitmesine izin vermemeliyiz. 
Çünkü zamanını nasıl kullandığın, oluyor sana ömrünü nasıl geçirdiğin..

Siz de sorun bu 4 tılsımlı soruyu.. Cevaplarını buldukça; hayatınızdaki değişimi garanti edemem ama huzurunuzdaki değişimi garanti edebilirim. 

x,
g,